BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS

Ağustos 28, 2009

OYUN

Simiiiiiiiiiiii-

Oynamayı ilk öğrendiğim oyun bir garipti. Yeni taşındığımız mahallenin arsasında, her gün toplaşıp bu oyunu oynayan çocukları görüyor, uzaktan saatlerce onları izliyor, ne oyunu anlayabiliyor, ne de onlara yaklaşıp sosyalleşebiliyordum.
Sıcak bir yaz günü, güneşin en tepede olup beyinlerimize işlediği öğlen vakti, çocuklar yine arsada o garip oyunu oynuyordu: Bir, tek çocuk grubu kovalıyor, bir, grup tek çocuğu kovalıyordu. Arsanın üzeri toz bulutu olmuştu onların koşturmasından. Bense uzakta bir taşın üzerine tünemiş, ellerimin arasına kafamı almış onları izliyordum: Ne kadar anlamsız ve bir o kadar da yorucu bir oyundu bu böyle. Ben oynayamadığımdan, oyunu beğenmemeye başlamıştım. Oysa keşke beni de çağırsalardı.
Ben öylece oturuyorken, gruptaki çocuklardan ikisi yanıma geldi. “Sen kimsin? Dediler. “Benim adım L.” “Yeni mi taşındınız buraya?” “Evet. Şu aşağıdaki eve taşındık.” “Bizimle ‘simit’ oynasana.” Demek ‘simit’miş oyunun adı diye düşündüm. “Ama simit yenmez mi?” diye sordum. İkisi de güldü; biri önden koşa koşa gitti, diğeri koluma girip beni sürükleyerek arsaya götürdü. “Hayır, her simit yenmez. Bu oynananından.”
Ben oyunu bilmediğimi söyleyince, “Çok kolay, hemen öğrenirsin. Sen şimdi ebesin. Burası kale –kale dedikleri küçük bir kaya parçasıydı- derin nefes alcaksın, koşarak kaleden çıkıp nefesin bitene kadar birimizi ebelemeye çalışcaksın.” “Kolaymış,” dedim ve hevesle kaleye geçtim.
Nefesimi topladım, derin bir nefes alıp kaleden çocuklara doğru fırladım: “Simiiiiiiiiiii-
Çocuklar çok kıvrak, hava çok sıcak ve ben çok antremansızdım. Bizler koştukça havalanan toz boğazımda birikiyor, nefes almamı zorlaştırdığı gibi, inanılmaz derece susatıyordu beni. Diğer çocuklar kada hızlı değildim. Hatta en toparlak olanı bile benden kolayca kaçabiliyordu. Yine de benden çok uzaklaşmıyor, hep yakın çevremde tur atıp duruyorlardı. Buna rağmen, hiçbir çocuğa on santim bile yaklaşamadan nefesim tükenmişti: “-iiiiiiiiiiiit!”
O an öylece kaldım. Oyunun bu kadar olduğunu sanıyordum. Yeni bir tur falan başlayacaktı sanırım. Ya da 1-0 yenilmiş olacaktım. Bir anda benden kaçan çocuklar dönüp bana doğru koşmaya başladı. Benden kaçarken koştuklarından çok daha hızlılardı ve beni yakaladıklarında -ki zaten kaçmam gerektiğini hiç düşünmemiştim- acımasızca vurmaya başladılar. Hani ‘Allah yarattı demeden’ vurdular demeyi bilsem, o zaman da aynen böyle tanımlardım.
Her tarafım acı içinde, bi kaç tane de morlukla yalnız kayama geri döndüm. Meğer nefesim bitince kaleye dönme gerekiyormuş, yoksa pataklanıyormuşum. Oyunu orda bıraktım diye de ‘mızıkçı’ oldum. Sürekli burnunu karıştıran sümüklü çocuk bile, bakkalda rastladığında salak bir melodiye “Mızıkçı mızıkçı!” diye dalga geçti. Bakkal amca da üzerine vazifeymiş gibi “Mızıkçılık mı yaptın sen? Aaa, ne akdar ayıp,” dedi.
İşte o gün minik Dünya insanlarının hem hemen kabullenecek kadar sevecen hem de oyunu tam anlatmayıp beni resmen dövebilecek kadar acımasız olduğunu öğrendiğim gündü. Bir daha da ne küçüklere ne de küçükler gibi poposu yere yakın olanlara asla güvenmedim.
O oynanan simiti de hiç oynamadım. Ama yenen simitle aram hala çok iyidir. Hele de susamsız olanlarıyla.

-iiiiiiiiiiiit!

0 yorum: