Günlerden bir gün yolum şans eseri İzmir’e düştü. Ne güzelmiş deniz meniz derken sıcak başıma vurdu. Herkes gibi Kordon’da oturup soğuk bira içip durdum. Bu arada bira içmek adettendi, çünkü ben zaten tadını sevmiyorum meretin. Neyse bir kaç gün İzmir’in turisti olduktan sonra, biraz da turistik olmayan yerlere gideyim dedim.
İşte bu yerli gibi olcam gazıyla yaptığım gezilerden biri sırasında, kendimi garip bir mahallede buldum: Teneke Mahallesi. Bilenler biliyormuş –ama ben bilmiyordum- burası pek de tekin bir mahalle değilmiş. Hatta İzmir’in “Harlem”i imiş. Ben ise bu zenci mahallesine düşmüş, süt insan.
Ben mahallenin görselliğinin ilgi çekiciliğine kapılmış, bir yandan fotoğraf çekiyorum, bir yandan mahallenin içine doğru ilerliyorum. Evler, eski işçi lojmanları gibi, alçak, uzun, birkaç katlı binalar, yanyana bitişik, balkonsuz daireler. Her daire, sanki itinayla farklı bir renge boyanmış, çatılar –hatta bazı yerlerde duvarlar- tenekeyle kapatılmış. Mahalle sanki photosopta kollaj olarak tasarlanmış gibiydi.
Ben mahallenin renklerine, tenekelerin parlaklığına kapılmış iç tarafa doğru yürüyor, arada durup fotoğraf çekiyordum. Göz göze geldiğim insalara en sevimli gülüşümü gösteriyor ve şuursuzca takılmaya devam ediyordum. Bir süre sonra mahallelerinde böyle şuursuzca takılan yabancıyı garipseyen, yoldan, pencereden, dükkan kapılarından bana bakan insanları fark ettim. Sanırım bir anda herkesin size baktığını ve etrafta gaklayan kargalardan –ki kargalarla alakalı hoş anılarım olmadığından, kendisi benim için tek başına yeterli bir korku unsurudur- başka bir şey olmadığını fark ettiğiniz an kadar, ne yapacağınızı bilemediğiniz bir an daha yoktur. Varsa bile çok iyi kapışırlar sanırım. Neyse, ben kendimi Harlem’e düşmüş beyazötesi insan olarak hissededurayım, iki delikanlı bana doğru yürümeye başlamıştı bile. Biri uzun boylu -belli ki yaşça büyük- diğerinin ise daha yeni yeni sakalları çıkmaya başlamıştı. Sıcağa rağmen uzun kollu gömlekler giyiyorlar, bağırları açık salına salına yanıma yaklaşıyorlardı. İnsan beyninin, böyle bir anda, bir saniyede ürettiği düşünce sayısına inanamadım: “Kaç!”, “Dur!”, “Gülümse!”, “Karate biliyormuş gibi davran!”, “Turist taklidi yap!”, “Ölü taklidi yap!” vs. vs.
Gençlerden büyük olanı “Halloo!” diyince kendime geldim. Korkudan ağzım kurumuştu o yüzden “Heke meke gulp,” diyebildim sadece. “Lost? Lost?!” diye bağırdı küçük olan. Ama bu ‘lost’ kelimesi ‘Kaybolduysan seni önce döveceğiz, sonra da kesip yiyeceğiz’ gibiydi sanki. Ya da ben fazla Lost izlemiştim, durup dururken ‘The others’ olmuştum.
“Ha-hayır kaybolmadım,” diyebildim ya da diyebildğimi sandım, çünkü sesim daha çok kedi miyavlaması gibi çıkmıştı. “Aha Türkmüş,” dedi büyük olan. Bense korku anında yaptığım gibi can havliyle motora bağladım: “Evet. Ben geziyordum öyle, burası da çok güzeldi, renkli falan, belki bir kaç fotoğraf çekebilirim belki ben diye düşündüm. Belki. Ama yasaksa da gideyim ben şu taraftan size de engel olmayayım,” diyerek aralarından süzülerek geçmek istedim ki kolumdan yakalandım. Bir anda etrafımdaki çemberin daraldığını hissettim; kumaş pantolonlu, çokça göğüs kıllı abiler, elleri beline rengarenk ablalar bana gitgide yaklaşıyordu.
“Niye?” dedi genç. “Ne niye?”, “Niye çekeceksin fotokraf?”, “ben seviyorum öyle arada çıkıp geziyorum. Aslında İstanbul’dayım ben. Buraya gelince de gezeyim biraz çekeyim fotoğraf dedim güzel olur anı olur dedim. Burası da çok güzeldi, renkli falan, belki bir kaç fotoğraf çekebilirim belki ben diye düşündüm. Belki. Ama yasaksa da gideyim ben şu taraftan size de engel olmayayım.”, “Gazeteci misin?”, “Yok ben sinemacıyım?”, “Haa çek o zaman. Ama beni de çek.”, “Efendim?”, “Benim hayatımı da çek. Film gibidir benim hayatım. Para kazandıranlardan hem de.”, “He he tabi,” derken en zoraki gülümsemem yüzümdeydi. Çünkü zaten hayatımdaki herkes, hatta sadece merhabamın olduğu insanlar bile ‘hayatlarının senaryo olacağını, film yapsan gişe rekorları kıracağını’ düşünüyordu.
“Ben şöyle geçeyim,” dedim ve ileri doğru yürümeye başladım. Tabi arada bir kaç fotoğraf çekiyordum. İki dakika oyalanıp bir an önce buradan çıkmalıydım. Renkli ablalardan bir tanesi, objektif ona yönelince, ağzındaki sakızı otuz beş metreden fark ettirecek şekilde “Beni çekersen senin saçını başını yolarım,” dedi. Ben o anda 180 derece dönüp arkamdaki duvarı çekmeye başladım. Fakat insan yüz kişi tarafından izlenirken, bir gözünü vizöre dayayıp diğerini kapatıp fotoğraf çekerken, çok tedirgin oluyordu doğrusu. Zaten fotoğrafların da çoğu flu çıkmıştı.
Mahallenin ortasına kadar geldiğimde, hazır üzerimdeki ilgi de dağılmışken artık geri döneyim diye düşündüm. Makinemi kapattım ve geldiğim yöne doğru yürümeye başlıyordum ki kahve önüne dizilmiş, mahallenin tipik amcalarından yaşlıca olan bir tanesi bana seslendi. “Gel bir şey ikram edelim sana,” “yok teşekkür ederim. Arkadaşlarım bekler beni otelde,” dedim aslında beni bekleyen kimsenin olmadığını bildiğim halde. Amca “geeel!” dedi. Ben yaklaştım, “Ama gerçekten. Geç kaırsam beni merak ed-“ “Otur,” “Yok ben sizi rah-“ “Otuur!” Bu ikinci ‘otur’ duyduğum en buyurgan ‘otur’du. Öyleki hiç düşünmeden kendimi oturur halde buldum. “Çay içer-tam burada çay geldi ve masaya kondu- misin?” Bana sadece şekeri atıp o sıcakta, o çayı içmek kaldı.
Çayı bitirince oradan çabucak çıkabileceğimi, bunun son engel olduğunu düşünüyordum. Çünkü acı çayın yanındaki ‘sizin işler de zor’ muhabbeti, içimdeki son canlı kıpırtıyı da öldürüyordu. O sıcak çayın, buz gibi bir gazoz olduğunu düşünerek nefes almadan içiyordum. Fakat o bir çay bardağı çay, bitmek bilmiyordu.
“Tavla bilir misin?” dedi buyurgan amca. “Tavla mı? Evet,” dedim ve o anda pişman olup kıvırmaya çalıştım: “Ama çok kötüyümdür. Sayarım habire falan,” dediysem de o ilk ‘evet’in çıktığı an, çoktan sıçtığım an olmuş, tavla önüme konmuştu. “Sen beyazlar ol!”dendi ve misafirim diye ilk zar da bana uzatıldı. Ortamın beni germesi, durumun sıkıcılaşmasının ötesinde, itiraf ediyorum, tırsıyordum. Bıyıkları sarı olan bu eski pehlivan irisi amca ve o kendine güvenen, insanın kalın bağırsaklarının titreten tok sesi içime işliyor, aklıma saçma sapan üçüncü sayfa haberlerini getiriyordu. Hatta bi ara aklımdan o ünlü filmin, o ünlü sahnesi bile geçmişti: “ağalar, beyler, istanbul ne tarafta?” “Gösterelim anam.” Bu düşünceleri aklımdan uzaklaştırmaya çalışırken bir yandan da hiçbir şey sormamaya dikkat ediyordum.
Bu arada tavlayı da gayet iyi bilirdim. Üstelik söylemesi ayıp, çok da ballıydım; hani şu ağzıyla oynayanlardan. Amca ise önceliği racona vermiş tavlayı bana anlatıyordu. “Bu dübeş. Yani iki tane beş. Du iki demek. Yek, du, se.” “Bu penç kapısı.” “Bu bilmemne.” “Şu bilmemne.” Fakat beni acemi sanan amca, oldukça cesur oynuyor, cesaretle atılan her adım da bir puluna mal oluyordu. “Bak bu pul.” Zarları öpüyor, sallıyor atıyor :1-1. “Bu hepyek.” Ben atıyorum 6-6 geliyor. “Bu düşeş.” Amcaya geleler gelip dururken, ben çifter çifter atıp, dörder dörder topluyordum. “Bu da bilek, pırasa sapı değil.”
Önce durumu acemi şansı olarak değerlendiren amcalar, sonra çekinmeden eşşek şansı dediler. Ben ise hiç üstüme alınmayıp son elde amcayı mars edip, zafer sarhoşluğuyla, tavlayı amcanın koltuğunun altına doğru ittiriverirken buldum kendimi. İşte yine herkesin size baktığı ve sadece kargaların gaklamalarının duyulduğu o an.
Arada tazelenmiş sımsıcak çayımı ‘shot’ yapıp “Teşekkür ederim. Çok eğlendim. Ben artık gideyim arkadaşlar beni bekliyorlar merak etmesinler beni hep merak ederler,” derken çoktan mahalleden çıkmıştım bile.
O maceralı günün ardından tekrar Kordon’a gelebilmek ve soğuk bir bira içebilmek çok güzel gelmişti. Ve o bira, sanırım hayatımın en lezzetli birasıydı.
Ağustos 28, 2009
PENCÜSE
OYUN
Simiiiiiiiiiiii-
Oynamayı ilk öğrendiğim oyun bir garipti. Yeni taşındığımız mahallenin arsasında, her gün toplaşıp bu oyunu oynayan çocukları görüyor, uzaktan saatlerce onları izliyor, ne oyunu anlayabiliyor, ne de onlara yaklaşıp sosyalleşebiliyordum.
Sıcak bir yaz günü, güneşin en tepede olup beyinlerimize işlediği öğlen vakti, çocuklar yine arsada o garip oyunu oynuyordu: Bir, tek çocuk grubu kovalıyor, bir, grup tek çocuğu kovalıyordu. Arsanın üzeri toz bulutu olmuştu onların koşturmasından. Bense uzakta bir taşın üzerine tünemiş, ellerimin arasına kafamı almış onları izliyordum: Ne kadar anlamsız ve bir o kadar da yorucu bir oyundu bu böyle. Ben oynayamadığımdan, oyunu beğenmemeye başlamıştım. Oysa keşke beni de çağırsalardı.
Ben öylece oturuyorken, gruptaki çocuklardan ikisi yanıma geldi. “Sen kimsin? Dediler. “Benim adım L.” “Yeni mi taşındınız buraya?” “Evet. Şu aşağıdaki eve taşındık.” “Bizimle ‘simit’ oynasana.” Demek ‘simit’miş oyunun adı diye düşündüm. “Ama simit yenmez mi?” diye sordum. İkisi de güldü; biri önden koşa koşa gitti, diğeri koluma girip beni sürükleyerek arsaya götürdü. “Hayır, her simit yenmez. Bu oynananından.”
Ben oyunu bilmediğimi söyleyince, “Çok kolay, hemen öğrenirsin. Sen şimdi ebesin. Burası kale –kale dedikleri küçük bir kaya parçasıydı- derin nefes alcaksın, koşarak kaleden çıkıp nefesin bitene kadar birimizi ebelemeye çalışcaksın.” “Kolaymış,” dedim ve hevesle kaleye geçtim.
Nefesimi topladım, derin bir nefes alıp kaleden çocuklara doğru fırladım: “Simiiiiiiiiiii-
Çocuklar çok kıvrak, hava çok sıcak ve ben çok antremansızdım. Bizler koştukça havalanan toz boğazımda birikiyor, nefes almamı zorlaştırdığı gibi, inanılmaz derece susatıyordu beni. Diğer çocuklar kada hızlı değildim. Hatta en toparlak olanı bile benden kolayca kaçabiliyordu. Yine de benden çok uzaklaşmıyor, hep yakın çevremde tur atıp duruyorlardı. Buna rağmen, hiçbir çocuğa on santim bile yaklaşamadan nefesim tükenmişti: “-iiiiiiiiiiiit!”
O an öylece kaldım. Oyunun bu kadar olduğunu sanıyordum. Yeni bir tur falan başlayacaktı sanırım. Ya da 1-0 yenilmiş olacaktım. Bir anda benden kaçan çocuklar dönüp bana doğru koşmaya başladı. Benden kaçarken koştuklarından çok daha hızlılardı ve beni yakaladıklarında -ki zaten kaçmam gerektiğini hiç düşünmemiştim- acımasızca vurmaya başladılar. Hani ‘Allah yarattı demeden’ vurdular demeyi bilsem, o zaman da aynen böyle tanımlardım.
Her tarafım acı içinde, bi kaç tane de morlukla yalnız kayama geri döndüm. Meğer nefesim bitince kaleye dönme gerekiyormuş, yoksa pataklanıyormuşum. Oyunu orda bıraktım diye de ‘mızıkçı’ oldum. Sürekli burnunu karıştıran sümüklü çocuk bile, bakkalda rastladığında salak bir melodiye “Mızıkçı mızıkçı!” diye dalga geçti. Bakkal amca da üzerine vazifeymiş gibi “Mızıkçılık mı yaptın sen? Aaa, ne akdar ayıp,” dedi.
İşte o gün minik Dünya insanlarının hem hemen kabullenecek kadar sevecen hem de oyunu tam anlatmayıp beni resmen dövebilecek kadar acımasız olduğunu öğrendiğim gündü. Bir daha da ne küçüklere ne de küçükler gibi poposu yere yakın olanlara asla güvenmedim.
O oynanan simiti de hiç oynamadım. Ama yenen simitle aram hala çok iyidir. Hele de susamsız olanlarıyla.
Oynamayı ilk öğrendiğim oyun bir garipti. Yeni taşındığımız mahallenin arsasında, her gün toplaşıp bu oyunu oynayan çocukları görüyor, uzaktan saatlerce onları izliyor, ne oyunu anlayabiliyor, ne de onlara yaklaşıp sosyalleşebiliyordum.
Sıcak bir yaz günü, güneşin en tepede olup beyinlerimize işlediği öğlen vakti, çocuklar yine arsada o garip oyunu oynuyordu: Bir, tek çocuk grubu kovalıyor, bir, grup tek çocuğu kovalıyordu. Arsanın üzeri toz bulutu olmuştu onların koşturmasından. Bense uzakta bir taşın üzerine tünemiş, ellerimin arasına kafamı almış onları izliyordum: Ne kadar anlamsız ve bir o kadar da yorucu bir oyundu bu böyle. Ben oynayamadığımdan, oyunu beğenmemeye başlamıştım. Oysa keşke beni de çağırsalardı.
Ben öylece oturuyorken, gruptaki çocuklardan ikisi yanıma geldi. “Sen kimsin? Dediler. “Benim adım L.” “Yeni mi taşındınız buraya?” “Evet. Şu aşağıdaki eve taşındık.” “Bizimle ‘simit’ oynasana.” Demek ‘simit’miş oyunun adı diye düşündüm. “Ama simit yenmez mi?” diye sordum. İkisi de güldü; biri önden koşa koşa gitti, diğeri koluma girip beni sürükleyerek arsaya götürdü. “Hayır, her simit yenmez. Bu oynananından.”
Ben oyunu bilmediğimi söyleyince, “Çok kolay, hemen öğrenirsin. Sen şimdi ebesin. Burası kale –kale dedikleri küçük bir kaya parçasıydı- derin nefes alcaksın, koşarak kaleden çıkıp nefesin bitene kadar birimizi ebelemeye çalışcaksın.” “Kolaymış,” dedim ve hevesle kaleye geçtim.
Nefesimi topladım, derin bir nefes alıp kaleden çocuklara doğru fırladım: “Simiiiiiiiiiii-
Çocuklar çok kıvrak, hava çok sıcak ve ben çok antremansızdım. Bizler koştukça havalanan toz boğazımda birikiyor, nefes almamı zorlaştırdığı gibi, inanılmaz derece susatıyordu beni. Diğer çocuklar kada hızlı değildim. Hatta en toparlak olanı bile benden kolayca kaçabiliyordu. Yine de benden çok uzaklaşmıyor, hep yakın çevremde tur atıp duruyorlardı. Buna rağmen, hiçbir çocuğa on santim bile yaklaşamadan nefesim tükenmişti: “-iiiiiiiiiiiit!”
O an öylece kaldım. Oyunun bu kadar olduğunu sanıyordum. Yeni bir tur falan başlayacaktı sanırım. Ya da 1-0 yenilmiş olacaktım. Bir anda benden kaçan çocuklar dönüp bana doğru koşmaya başladı. Benden kaçarken koştuklarından çok daha hızlılardı ve beni yakaladıklarında -ki zaten kaçmam gerektiğini hiç düşünmemiştim- acımasızca vurmaya başladılar. Hani ‘Allah yarattı demeden’ vurdular demeyi bilsem, o zaman da aynen böyle tanımlardım.
Her tarafım acı içinde, bi kaç tane de morlukla yalnız kayama geri döndüm. Meğer nefesim bitince kaleye dönme gerekiyormuş, yoksa pataklanıyormuşum. Oyunu orda bıraktım diye de ‘mızıkçı’ oldum. Sürekli burnunu karıştıran sümüklü çocuk bile, bakkalda rastladığında salak bir melodiye “Mızıkçı mızıkçı!” diye dalga geçti. Bakkal amca da üzerine vazifeymiş gibi “Mızıkçılık mı yaptın sen? Aaa, ne akdar ayıp,” dedi.
İşte o gün minik Dünya insanlarının hem hemen kabullenecek kadar sevecen hem de oyunu tam anlatmayıp beni resmen dövebilecek kadar acımasız olduğunu öğrendiğim gündü. Bir daha da ne küçüklere ne de küçükler gibi poposu yere yakın olanlara asla güvenmedim.
O oynanan simiti de hiç oynamadım. Ama yenen simitle aram hala çok iyidir. Hele de susamsız olanlarıyla.
-iiiiiiiiiiiit!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)